
Gürcan Banger
Büyüyen bir kentte yaşamak
Bahçenin bir kenarında beklenmedik bir şekilde büyüyen bitkileri görmüşsünüzdür. Bir nedenle oraya düşen tohum uygun zaman geldiğinde, bir bitkiye dönüşüverir. Bazı yerleşimlerin büyümesi de böyledir. Tarihin bir anında birkaç hane ile başlayan bir insan topluluğu, zamanla büyüyerek büyük bir insan yerleşimine dönüşür. Yıllar ilerledikçe anayollar üzerindeki küçük köy ve kasabaların nasıl büyüdüklerini gözlemişsinizdir.
Yerleşimler her zaman kendi dinamikleri ile gelişmez. Kimi zaman bilinçli ve planlı faaliyetler; köylerin, ilçelerin veya kentlerin oluşumuna neden olur. Dünyada planlı ve programlı olarak yaratılmış çok sayıda kent örneği bulunmaktadır.
Bir kenti, plan dışı tutarak kendi başına büyümeye bırakırsanız; karşımızda iki ihtimal var demektir. Ya kent, zaman içinde küçülür ve yok olur ya da aşırı ve şekilsiz bir büyümeye uğrayarak bir sorunlar yumağı haline dönüşür. Bir kentin, bir sorun üreteci haline gelmesinin yollarından biri, o kentin yöneticilerinin yerleşimle ilgili geleceği görmekteki zorlukları ve zafiyetidir. Ülkemizde görme ve tanıma imkânı bulduğum pek çok kentin, gerçek anlamda yönetim sorunları yaşamış olduğunu biliyorum. Geçmiş yönetim dönemlerinde alınmayan önlemlerden ve kentsel vizyon eksikliğinden dolayı bazı yerleşimlerimiz tıkanma noktasına gelmiş durumda. Böyle bir kentsel sorun yığılması, ilerleyen zamanda problemlerin çözülmesini çok pahalı veya imkânsız hale getiriyor.
Kendi adıma; aşırı büyümüş bir kentte yaşamaktan yana değilim. Bunu anlatırken, ‘kentin insan ölçeğini aşmaması’ gerektiği biçiminde ifade ediyorum. Bu bağlamda; dünya üzerinde dengeli ve sağlıklı gelişmiş pek çok kentin aşırı ve dengesiz biçimde büyümenin aksine belli büyüklük sınırları arasında kalmış olduğunu hatırlatmak isterim.
Bir yurttaş veya bir kuruluş olarak yaşadığımız kentle ilgili bir konuda kesin tercihimiz olmalı. Kentin gelişim süreci hakkında fikrimiz ve öngörülerimiz olmalı ve bunu gerekli biçimde yansıtmalıyız. Çünkü bu kent, onu yönetenlerden daha fazla, burada yaşayanlara aittir.
Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere çok hızlı ve denetimsiz büyüyen kentlere baktığımda, hiç de iç açıcı manzaralar görmüyorum. Dünyada da benzer manzaralar var. Konut kalitesinden içme suyuna, trafikten enerji şebekelerine kadar pek çok sorun yoğun biçimde yaşanıyor. Bazı sorunlar var ki; onlar da yakın bir gelecekte kapıya dayanmaya hazırlanıyorlar. Örneğin bazı kentlerin kimi semtlerinde oluşacak köhneleşme bölgelerinin yaratabileceği sorunlar hakkında yeterli öngörümüz henüz yok.
Kentlerimizin tek merkezli olarak aşırı büyümesinin önüne geçmek zorundayız. Kenti oluşturan fonksiyonların da dağıtılacağı yeni alt-kent yaklaşımları konusunda öngörüler, yaklaşımlar ve programlar geliştirmeliyiz. Böyle daha planlı yaklaşımların, toplam mal olma maliyetlerinde de ciddi düşüşlere neden olacağını kanıtlamak çok zor değil.
Genelde kent merkezinin aşırı yoğunlaştırılması ile çılgın biçimde artan kent rantı, önümüzdeki dönemde ‘kentsel yaşamın bataklığı’ olmaya adaydır. Aşırı artan kent rantı ile baş etmek; ne kişilerin, ne yerel yönetimlerin, ne de merkezi devletin baş edemeyeceği noktalara gelebilir. Göçün etkisiyle başka kentleri eklemek mümkün olsa da özellikle İstanbul’un gidişatı, bu konuda ders niteliğinde bir örnektir.
Kısaca söylemek istediğim şudur: Yaşadığımız kentin bireyleri ve kuruluşları olarak, kentimizin ne kadar büyüyeceğine, büyüme biçiminin nasıl denetleneceğine ve büyümenin nasıl planlanacağına karar vermemiz gerekiyor. Bu kararı da asla birkaç kişinin ya da üç beş uzmanın kişisel tercihlerine bırakmamalıyız.