Sürdürülebilir kent

Son çeyrek yüzyılın pek çok ekonomik ve sosyal sektör açısından bize sıkı sıkıya öğrettiği konulardan biri sürdürülebilirlik oldu. Önce dünya kaynaklarının sınırsız olmadığını öğrendik. Buna bağlı olarak ulusal zenginliklerimizin tükenir olduğunu fark ettik. Yavaş da olsa sürdürülebilirlik diye bir olguya dikkat etmemiz gerektiğini kavradık.

Sürdürülebilir kalkınma kavramını 1980’li yılların sonlarına doğru dile getirmeye başlamıştık. Güncel ama edebi bir ifade ile ülkenin geleceğini çocuklarımızdan emanet aldığımızı dile getirmeye çalışıyorduk. Bu anlamda sürdürülebilir kalkınmayı günün ihtiyaçlarını gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılamalarına engel olmadan tatmin etme olarak tanımladık.

Sürdürülebilir kent kavramına ulaşmak için tarihin 2000’li yıllara ulaşması gerekti. Bu konuda 1992’de yapılan Rio Konferansı önemli bir adım oldu. Sürdürülebilir kent kavramı ile öncelikle vatandaşların layık oldukları insanca bir kent kalitesi ifade ediliyordu. Ama bu yaşam çizgisi sağlanmaya çalışırken, mevcut ve gelecek kuşakların imkân ve tercihlerinin kısıtlanmamasına ve yaşam çevresini yok eden olumsuz etkilere neden olunmamasına işaret ediliyordu.

Sürdürülebilir kent kavramı kendi içinde bir değişim ve süreklilik duygusu taşır. Ama kentsel rant kaygılarının ve ekonomik çıkar elde etme çabalarının, daha iyi bir yaşam çevresinin bugün ve gelecekte varlığını tehdit etmemesi gereğini başa koymayı ihmal etmez. Dolayısıyla kent, bugün ve yarın –hatta daima– kaliteli ve yaşanabilir olmak durumundadır.

Kent konusunda yazdığım pek çok yazıda ve değişik ortamlarda yaptığım pek çok söyleşide kentin ne kadar büyümesi gerektiği sorusunun ciddi anlamda ele alınması gereken bir konu olduğundan söz etmiştim. Bir kentin alan ve nüfus olarak ne kadar büyüyeceği dolaylı veya dolaysız biçimde öngörülmesi ve planlanması gereken bir konudur. Eğer kaliteli bir yaşam çevresi istiyorsak, kentin büyümesi konusunda “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyemeyiz. Kentin büyümesi, denetlenmek ve yönetilmek durumunda olan bir olgudur.

Kenti büyüten etkilerden biri sosyal göçtür. Kente gelen her yeni birey, hiç kuşkusuz yaptığı faaliyetlerle kentte oluşan hâsılaya olumlu katkılar yapar. Ama aynı bireyin kentteki yerel hizmetlerden yararlanması nedeniyle getirdiği bir sosyo-ekonomik maliyet de vardır. Kentin ölçeği denetlenebilir ve yönetilebilir olmanın ötesine geçtiği anda maliyet, getiriyi aşmaya başlar ve kent, bir yandan nüfus olarak büyürken diğer yandan yaşam kalitesi olarak gerileme dönemine girer. Türkiye’de göç alan –ve alması muhtemel olan– pek çok kentin acı gerçeği budur.

Bu konuyu biraz açalım. Kente gelen her birey, kanalizasyon, su, enerji, ulaşım vb. gibi alanlarda yeni yatırım ihtiyacı demektir. Kentteki ulaşım mesafelerinin biraz daha uzaması demektir. Kentte oluşan çevre kirliliğinin artması demektir. Dolayısıyla bu tehditlerin ortadan kaldırılması için yeni kaynaklara ihtiyaç duyulacaktır. Eğer kentin büyümesi düşük tempolu ise kent yöneticileri bunu pek hissetmezler. Ama kentsel büyüme yüksek ivmeye ulaştığında, her sorun yeni bir kriz haline dönüşmeye adaydır.

Bir noktayı daha ifade etmem gerekir. Kentin sorunlarına çözüm bulunması, bir ölçek konusudur. Bu nedenle nüfus ve yayılım olarak küçük bir kentle bir büyük kent arasındaki fark, sadece doğrusal maliyet artışı değildir. Büyük kentin sorunlarına yaklaşırken, sıçrayarak artan maliyetler yanında vizyon, metodoloji ve kullanılacak araçların ciddi anlamda değiştiğine de dikkat etmek gerekir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi