Farklı düşünme becerisi

Birey olarak değişimi yaratmak, her zaman elimizde ve kolay olmayabilir. Kimi zaman ilgilendiğimiz olayın ya da sistemin şartları bizi aşan bir ölçeğe sahiptir. Bu durumda bireysel çabalarımız yeterli olmaz. Örneğin toplumsal olaylar bu şekilde oluşur. Bireysel niyetimiz ya da çabalarımız, toplumsal boyutta etkili olmak için muhtemelen yetersiz ya da zayıf kalacak. Benzer şekilde küresel yönelimler de bireysel tercihlerden daha büyük bir şey… Örneğin küreselleşme, tek tek insanların eylemleri olmaktan daha öte bir büyüklük ve bütünlük arz eder. Dolayısıyla farklılaşma kendi ölçeğimizde olduğunda bizim başarabileceğimiz bir konu iken toplumsal ve küresel boyuta ulaştığında bizi içine alıp sürükleyen bir sel haline dönüşür.

Dünyada ve ülkemizde ekonominin daha yavaş değiştiği dönemler vardı. Böyle dönemlerde babadan oğula işletme ilke ve politikaları miras bırakmak mümkün. Ama değişimin hızının da değişmekte olduğu Küresel Çağda babamızın işletme anlayışı ile devam etmek mümkün değil. Değişen çevre şartları, işletmeye ilişkin ilke ve politikaların da yenilenebilir olmasını gerektiriyor.

Bir işletmenin dış ortamında ilk dikkati çeken unsurlar arasında rakipler, tedarikçiler ve müşteriler yer alır. Günümüzde iş dünyasında bu üç aktörün her biri hızla ve ciddi orada değişime uğramakta… Örneğin müşterilerin beğenileri, seçim tarzları, harcama biçimleri ve pazarlama çalışmalarından etkilenme modelleri biteviye değişmekte. Bu nedenle kendini müşterinin şartlarına göre değiştirmeyen bir işletme düşünmek mümkün değil.

Çağın iş dünyasının en önemli özelliklerinden biri sertleşen rekabettir. Rekabet ise rakiplerin durumunun izlenmesi ve değerlendirilmesi demektir. Dolayısıyla rakipler de bir işletmeyi değişime zorlayan aktörler arasında yer alır. Diğer yandan bir işletme, kendisine mal ve hizmet sağlayan tedarikçilerin durumunu ve değişim şartlarını da izleyip değerlendirmek zorunda. Tedarikçilerin şartlarındaki değişmeler, pek çok durumda ilgilendiğimiz işletmenin de farklılaşmasını gerektirebilir.

Yaşadığımız zaman diliminde ve dünyada dede, oğul ve babanın aynı iş şartlarını paylaştığı durum çok eskilerde kaldı. Bugünün iş dünyasında aynılaşanlar var ama gidişatı farklılaşmalar ve değişimler belirliyor.

Bu sıralar ar-ge, ür-ge, inovasyon gibi yaratıcı düşünce temelli sözcükler iyiden iyiye günlük yaşamımıza girdi. Ama eğitim sistemimizin her alanı, hâlâ dünyaya elmalar ve armutlar açısından bakmaya devam ediyor. Kültürümüz gereği, değişen dünyayı da dokunulabilir nesnelerle kavramaya çalışıyoruz. Örneğin değişimi fark edip etmediğimiz konusunda bir soruya muhatap olsak, muhtemelen bilgisayarlardan, cep telefonlarından veya dev gibi binalardan söz ederiz. Büyük alışveriş merkezleri, değişen otomobil modelleri, yeni teknoloji ile üretilmiş TV cihazları, cep ve çantalarımızın vazgeçilmezleri arasına giren elektronik kameralar, giderek karmaşıklaşan cep telefonları, alternatif enerji kaynaklarını kullanan yeni cihazlar…

Dokunulmayan değişim olabilir mi? Gözle görüp elle dokunabildiğimiz maddi değişimin arka planında fikrî değişimin yer aldığını çoğu zaman unutuyoruz. Dokunulmayan ama akılla kavranabilen değişimin unsurları; düşüncedir, zihniyettir, fikriyattır, bilimdir, sanattır, geleceğe ilişkin felsefi öngörülerdir.

Kişi, yeterli düzeyde eğitimli olmasa bile teknolojinin ürünlerini kullanabilir. Örneğin otomobil kullanmak için kanunda yazılı olan ilköğretim diplomasından fazlası gerekmez. Fakat dünyadaki fikrî değişimi anlamak için sadece temel eğitim yetmez; bundan başka biteviye üretilen yeni eserleri okumak ve belki de tartışmak gerekir.

Çok okuyan bir toplum değiliz. Okuyanı takdir ettiğimiz kadar tehlikeli de buluruz. Bu ülkenin okuduğu ve yazdığı için başı derde giren çok sayıda entelektüeli olduğunu bilirsiniz. Kitaba verilen para, boşa harcanmış muamelesi görür. Buna bağlı olarak kitap sektörümüz de fazlaca bir gelişme gösterememiştir. Diğer yandan gelir düzeyi düşük bir toplumda fikir üretme mekanizmalarının da zayıf olması son derece olağandır.

Türkiye’nin bilimsel sıralamadaki yeri üst sıralarda değil. Ama kitapçı vitrinlerine baktığımızda; bu büyük topluluk tarafından yılda üretilen güncel kitap ve dergi makalesi sayısının da pek fazla olmadığını gözlüyoruz. Fikri üretimdeki bu kısırlık, basın manşetlerinden TV kanallarının günlük programlarına kadar her alana yansıyor. Ciddi bir sığlık ve düzeysizlik içinde pireyi deve yaparak ya da devekuşu gibi kafamızı kuma sokup ciddi sorunları görmezden gelerek gün geçiriyoruz. Depremi yaşayarak kavradığımız gibi, Dünyadaki değişimi de dokunarak kavramak istiyoruz. Ama düşünmeyi, okumayı, sağlıklı tartışmayı ve yazarak paylaşmayı öğrenemediğimiz sürece değişim, bizim için korkulacak bir şey olmaya devam edecek.

Bir toplumda yeni fikrî açılımların olması veya başka çevrelerde üretilen yeni yaklaşımların kök tutabilmesi için o ülkenin sosyal yapısının buna uygun olması gerekir. Düşüncenin önündeki hukuksal, kültürel ve töresel engeller olduğu sürece yeni fikirlerin kamuoyuna mal olması mümkün olmaz.

Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak taş, sopa ve benzeri araçlarla döverek öldürmesine “linç” denir. Ama linçin tek uygulaması, fiziksel şiddet şeklinde olmaz. Bu ülkede yaşayan pek çok aydın, aralarında okumuşların da yer aldığı bağnazlar güruhunun sosyal, kültürel ve fikrî linç girişimlerinden kendilerini koruyamamışlar. İşin ilginç yanı; pek çok fikri linç olayının gerekçesi olarak vatan, millet ya da ihanet gibi hamasi unsurların kullanılmış olmasıdır. Karalama ve çamur atma girişimlerinin arasında okumuş geçinenlerin olması da pek şaşırtıcı değil. Binalar, arabalar, bilgisayarlar veya cep telefonları değişiyor. Ama –fikri linçi ortadan kaldırmak üzere– kafaların değişimi biraz daha uzun zaman alıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi