Yitip giden yaşam ihtimali

İnsan, dünya yaşamının en ayırt edilen varlığıdır. İnsanın diğer canlı türlerinden farkı anlatılırken, sıklıkla dünyayı değiştirebilme yeteneğinden söz edilir. Bu çerçevedeki sözlerin içine de, pozitif bir anlam yüklenir; adeta insanın değiştirdiği dünya daha değerli hale gelmektedir. Gerçekten dünya daha değerli bir biçime dönüşmekte midir; yoksa dünyayı ve dolayısıyla dünya üzerindeki yaşamı tüketip yok mu ediyoruz?

İletişim teknolojilerindeki yaygınlaşma nedeniyle; maddi çıkarlar veya bilinçsizlik kaynaklı çeşitli çevre sorunları hakkında daha fazla bilgi sahibi olduk. İnsanlığın geleceğinin tehdit edilmesine karşın, bu bilinçsiz yok etme ruhuna dur demeyi henüz başarabildiğimizi söyleyemeyiz. Çevrecilik, hâlâ bir ideolojik veya siyasi akım gibi anlaşılıyor. Hepimizi içine alması gereken çevre koruma anlayışı ve çevre hukuku, lehtarları ve aleytarları ile güç olarak bir düşünsel akımın ötesine geçemedi. Çevreyi en çok kirleten aşırı gelişmiş ekonomiler ve ortakları gibi ülkeler, çevre hukukuna karşı çıkanların başında geliyor. Ne yazık ki; dünyadaki güç odaklanması, ABD gibi devletlere yaptırım uygulanmasını olanak dışı bırakıyor.

Dünya Yeşil Hareketi, her ne kadar kendisi de ideolojik görünümler verse de, dünya yaşamının geleceği konusunda önemli tezler geliştirdi. Ama çevreciliğin küresel olması gereken ruhu, devletlerin sınırlarını aşıp kapitalist kâr hırsının ötesine geçemedi. Gücü elinde tutan devletler, dünyadaki halklara ‘biz’ ve ‘ötekiler’ diye bakmaya devam ettikleri sürece değişen bir şey olmayacak.

Yeşil hareketler, küresel bir anlayışı ortaya koymakla birlikte; karşısında ideolojik ve siyasi güçleri bulması nedeniyle, kendisi de siyasi bir hareket haline dönüşme ihtiyacı duyuyor. Siyaset alanı ise özellikle ülkemizde maddi güce ve lobilere sahip olmayan düşünce akımlarının ayakta durmasını zorlaştırıyor. Pek çok ülkede yeşil hareketlerin siyasi parti olarak kabul gören bir güç haline gelmesine rağmen, bu gelişmeyi ülkemizde görmek mümkün olmuyor.

1980’lerden sonra dünyada gelişen yeşil hareketlerin etkisiyle; ülkemizde de çevre dernekleri ve çevre sivil grupları konusunda bir yönelim başlamıştı. Her ne kadar bu hareketler, tekil olmaktan öteye geçemese de; sosyal gündemin oluşmasına katkı koyuyordu. Hareketlerin niteliği, siyasetten bağımsız olarak değişik kesimlerden insanları bir araya getirebiliyordu. 1990’lı yılların sonlarına doğru yeşil hareketler, kitle tabanını kaybetti; bazı çevre kirliliği olayları dışında sosyal gündem yaratamaz oldu.

Son günlerde ülkenin değişik yörelerinde toprağa gömülü olarak bulunan atık varillerini hatırlayınız. Medyanın tiraj alma yarışı dışında kitlesel bir tepki yok… Çernobil’in olumsuz etkileri Karadeniz Bölgesi’nde izlendi ve muhtemelen miraı hâlâ görülmeye devam ediyor; sorumluların ve halkı yanıltanların peşine düşen yok. Bazı illerimizde hava kirliliği rekor düzeylere ulaşmış durumda, ne kamudan bir faaliyet ne de halktan bir tepki gösterisi izlemiyoruz. Susuzluk ile su kirliliğinin boyutları giderek artıyor; merak eden de yok, sorup sorgulayan da…

Çevre örgütlerimiz ise bir başka âlem… Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin istisnasız tüm hastalıkları bu kuruluşları da sarmış durumda… Kaynak yok, kadro yok, teknik yok, yaratıcılık yok…

Çevre hareketinin vazgeçilmez bir özelliği var. O da kitlesel olmak. Nüfusun ve sosyal göçün, eğitim süreçlerinden çok daha hızla ilerlediği düşünülürse, gerekli kitlesel çevre gücünü oluşturup konuya toplumun el koymasından başkaca bir yok gibi… Geleceğimizi birileri umursamıyor. Acaba biz kendimiz önemsiyor muyuz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gürcan Banger Arşivi