1-Murat TAŞKIN (BİZDEN SÖYLEMESİ)

1-Murat TAŞKIN (BİZDEN SÖYLEMESİ)

İki muhafazakarı bir odaya kapatsanız...

Sol’un en büyük sorunu, hatta kaderidir bölünmek.
Bu bölünme süreç içinde sol’a çok pahalıya mal oldu…
örneğin; birçok belediye, sol partilerin seçime ayrı ayrı girmeleri nedeniyle sağ partilerde gitti.
Yine, sol partilerin seçimlere ayrı girmeleri ve sol oyları bölmeleri, çok sayıda milletvekilinin sağ partiler tarafından kazanılmasına yol açtı.
Eskişehir’de bile, sol partilerin ittifak yapmayıp, seçimde ayrı ayrı aday çıkartmaları nedeniyle Odunpazarı belediyesi iki dönem üst üste AK parti tarafından kazanıldı.
Halbuki her iki seçimde de sol partilerin aldığı toplam oy, seçimi kazanan partinin oyundan fazlaydı.
Sonuç olarak…
Bölünme, sol’un en büyük özelliği haline geldi.
Bölünme yüzünden kaybedilen seçimler bile ders olmadı.
öyle ki; sol’un bu bölünme alışkanlığı “İki solcuyu bir odaya sokun, dışarıya üç kişi çıkar.” gibi esprilere bile yansıdı.

***

Sol partiler kendi içinde sürekli bölünürken, karşısında mücadele ettiği fikirler hep tek çatı altındaydı…
Muhafazakârlar, Milliyetçiler, Merkez sağcılar, hep tek partide temsil ediliyordu.
Son 10-15 yıla baktığınızda bu tablo ortadan kalktı.
örneğin tek çatı altındaki muhafazakârlar sol’u bile aratacak şekilde bölündükçe bölündü.
Tek çatının altından 5-6 tane( AKP, SP, Gelecek, Deva, HüDAPAR, BTP) muhafazakâr parti çıktı…
Milliyetçi tarafta da benzeri bir bölünme yaşandı.
Tek çatının altından üç tane (MHP-İYİ Parti-BBP) parti çıktı.
***

Kısacası…
Biz bölünmenin sol’un hastalığı ve kaderi olduğunu bilirdik ama bugüne baktığımızdaki manzara, sağ tarafın bölünme konusunda sol’u bir hayli geride bıraktığını gösteriyor.
Hani biz “İki solcuyu bir odaya kapatın, dışarıya üç kişi çıkar” diyorduk ya, şimdi aynı benzetmeyi, yani “İki muhafazakârı bir odaya kapatın 5-6 kişi çıkar” desek, ya da , “İki milliyetçiyi bir odaya kapatın üç kişi çıkar” denilse yeridir valla!


 


...


 


10 kişiyi
aradım durup dururken…


Telefon rehberimde kayıtlı olan ve iyi de görüştüğüm, biraz da nazımı çekecek 10 kişiyi aradım durup dururken…
Telefonu açar açmaz “Ayasofya hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum hepsine…
İsim vermeyeceğim ama ilk aradığım kişi “Abi ben canımla uğraşıyorum. Ne Ayasofya’sı?” diye başladı konuşmaya…
Yaşadığı ekonomik sıkıntıları anlattı uzun uzun.
Bir diğeri “Ne olmuş abi Ayasofya’ya?” diye soruya soruyla karşılık verip, başındaki icra belasını anlattı bir çırpıda.
Bir-ikisi “Galiba salgın süreci nedeniyle çok evde kaldın. Canın sıkılmış olmalı.” Diyerek, sorumuzu dahi ciddiye almadı.
Hele birisi çok ilginç, aradığımda bankaya gidiyormuş. Kredi başvurusu çıkmış. “Alacağım krediyle borçları kapatacağım. Kredinin taksitlerini nasıl öderim bilemiyorum” dedikten sonra “Sen ne sormuştun abi?” deyince, “Boş ver” deyip, öylesine aradığımı söyledim.
Geriye kalan aradakiler ise  “Ne bileyim abi? Ne olursa olsun. Hatta sen ne dersen o olsun. Senin kararının arkasındayım” gibi esprili cevaplar verdi.
***

Sonuç olarak;
Ayasofya meselesinin hiç kimsenin umurunda olmadığına karar verdim.
En azından, benim görüştüğüm ve tek tek aradığım 10 kişiden aldığım cevaplar, benim bu kararı vermemi sağladı.
Tüm bunlardan sonra aklınıza “İyi de, durup dururken sen niye kalkıp 10 kişiyi aradın da Ayasofya meselesini sorma gereği duydun?” diye bir soru hemen aklınıza gelebilir.
Hemen cevap verelim,
Son 4-5 gündür televizyon kanallarının tartışma programlarının tümünde Ayasofya meselesi konuşuluyor.
İzlediğinizde, Türkiye’nin ön önemli meselesinin bu olduğunu zannediyorsunuz.
ülkenin gündeminin en önemli konusunu bunun oluşturduğunu düşünüyorsunuz…
Hâlbuki…
Dışarıdaki insanların büyük bir bölümünün umurunda bile değil Ayasofya’ya ne olacağı…
Sırf bu yüzden aradım 10 kişiyi…
10 kişiden çoğunun gündemi ise “Bizim halimiz ne olacak?” gündemiydi…


....


Doğmamış çocuğa…


Yıl 1973...
12 Mart 1971'de generaller bir muhtıra veriyor ve Başbakan Süleyman Demirel iktidardan devriliyor.
Muhtıracı generallerin başı olan Faruk Gürler’in amacı "Cumhurbaşkanı" olmak.
Nitekim…
Kara Kuvvetleri Komutanı iken muhtıra verildikten bir süre sonra Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler, bu görevinden istifa ederek Cumhurbaşkanlığı'na adaylığını koyuyor.
Seçimi kazanacağı ve Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacağına herkes kesin gözüyle bakıyor.
önce kendisine şöyle bir yol açılıyor:
Gürler, Genelkurmay Başkanlığı'ndan istifa ettikten sonra, süresi dolmak üzere olan o günkü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından "kontenjan senatörü" yapılarak parlamentoya sokuluyor.
çünkü...
O tarihte, yasaya göre parlamenter olmayan biri Cumhurbaşkanı seçilemiyor.
"Eski Orgeneral, yeni Senatör Faruk Gürler" Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacağından o kadar emin ki, yapacağı teşekkür konuşmasının metnini bile hazırlıyor.
Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, Demirel'in müthiş bir direnişi çıkıyor ortaya.
12 Mart Muhtırası'nda, şapkasını alarak Başbakanlık'tan giden Süleyman Demirel'in liderliğindeki Adalet Partisi milletvekilleri, kelleyi koltuğa alıp Orgeneral Faruk Gürler'e mecliste oy vermiyor.
Dönemin en güçlü adamı olan "askerlerin adayı Faruk Gürler", ağır bir yenilgiye uğruyor. Oysa Gürler'in, çankaya'ya taşınmak için eşyalarını bile hazırladığı biliniyor.
Yaşanan bu olayı Süleyman Demirel şu cümle ile özetliyor:
"Siyasette doğmamış çocuğa don biçilmez"
***
Hem 9 ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ölüm yıldönümü olması münasebetiyle, hem de şu sıralar çok sık konuşulan “siyasetin gidişatı ne olacak?” sorularına yanıt olabileceğini düşündüğümüz için bu yazıyı sizinle paylaşmak istedik…


.....


Biraz da
 gülmek lazım


Başhekim, akıl hastanesinin bahçesinde dolaşırken, bahçede bir kalabalık görüyor. Hemen oraya koşuyor. Deliler bir halka oluşturmuş, ortada dönüp konuşan birini dinliyorlar:
—Papandreou seçimleri kaybetti. Hastaneye kaldırıldı... Bulgar zulmü devam ediyor. Zorla yollanan soydaşlarımızın sayısı seksen bine ulaştı... Federasyon kupasını Beşiktaş kazandı...
Başhekim bu işten hoşlanıyor:
—Ne yapıyorlar bunlar böyle ya?
—Efendim, ortadaki deli kendini gazete olduğunu sanıyor, haberleri bildiriyor.
Başhekim daha da hoşlanıyor. Dolaşmasını sürdürürken az ileride, sekiz, on deli iplerle sımsıkı birbirlerine bağlanıp bir köşeye atılmış.
—Peki ya bunlar?
—Onlar mı, okunup da iadeye gidecek eski gazeteler, efendim.


 


 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1-Murat TAŞKIN (BİZDEN SÖYLEMESİ) Arşivi