Katma değerli ürün ve hizmet

Futbol bir endüstri ise çağın koşulları uyarınca bu sanayinin en önemli unsurlarından biri tedarik sistemidir. Futbol endüstrisinin tedarik sisteminde ise en çok değer yaratan unsur futbolcudur. Kaliteli ve uzun vadede umut veren oyuncunun düşük maliyetli olarak transfer edilmesi, oyunuyla katma değer üretmesi ve ardından yüksek bir transfer ücreti ile bir başka takıma gönderilmesi futbol endüstrisi tedarikçiliğinin özünü oluşturur.

Bir ürün tasarlanır, üretilir ve pazara sunulur. Olağan şartlarda ürünün satışları giderek yükselmeye başlar. Satışın maksimum hacme ulaştığı yer, bir anlamda doygunluk noktasıdır. Doygunluk noktası, ürünün yaşlanıp verimsizleşmeye başladığı noktadır. Bu noktadan sonra ürün satışları düşer. Futbol endüstrisi, bir futbolcunun kalite değerine de bu mekanizma ile bakar. Bu sanayinin mantığını iyi anlamış bir takım, futbolcuyu o en yüksek değer noktasına varmadan elde etmek ister. En üst noktada gerekli katma değeri elde eder ve en yüksek verim noktasından bir süre sonra elden çıkarır. Ülkemizde futbol takımları ile Batıdaki endüstriyel takımlar arasındaki en önemli fark budur.

Yukarıdaki çerçevede bir insan olan futbolcunun sıradan bir emtia gibi ele alındığı dikkatinizi çekmiştir. Ama günümüzde dünya ekonomik sisteminin bir sporcuya bakışı ile herhangi bir ürüne bakış açısı arasında bir fark yoktur. Kapitalizm, her şeyi metalaştırır. Ekonomik sistemin bakış açısından önemli olan, neyin katma değer ürettiği ve neyin üretmediğidir. Bu çağda ayakta kalmak isteyen, bu oyunun kuralının böyle olduğunu iyi kavramak zorundadır. Aksi takdirde hüsrana uğramak kaçınılmazdır.

20’nci yüzyılın son çeyreğine ulaşıldığında dikkatimizi çeken önemli değişimlerden biri, başta bilişim ve iletişim olmak üzere teknolojideki ve iş modellerindeki gelişmeler oldu. Bir önceki dönem olan Sanayi Toplumunun üretim sorunları aşıldı; üretim, ekonominin aksayan unsuru olmaktan çıktı. Lojistik alanındaki iyileşmeler ve dolayısıyla ekonomilerin tedarik sistemlerindeki gelişmeler, ekonominin ihtiyacı olan her tür hammadde, ara malı veya ürünün her noktada temin edilebilir olmasını sağladı. Bu arada üretimdeki genişleme ve çeşitlenmenin fiyat konusunda da hem sanayiciler hem de tüketiciler açısından maliyet ve tercih kolaylıkları sağladığını söylemeliyim.

Türkiye, 1980 sonrası sürece hazırlıksız girdi. Sanayi, yükselen çağın gerektirdiği gelişme trendini yakalayabilmiş değildi. Mikro ekonomik yapı ve iş modelleri, dışa açılım için yeterli olgunluğa ulaşmamıştı. Ar-ge kavramı ekonomiye yabancıydı. Genel anlamda ekonomi küresel rekabet için hazır değildi. 12 Eylül 1980 Darbesi nedeniyle yetkin genç insan potansiyelinin ciddi bir bölümü erozyona uğramıştı. Bu şartlar altında ekonominin ve toplumun, dünyanın büyük güçlerinin etkisi altında kalması, son derece olağan bir sonuç olarak gündeme geldi. Yabancı mal ve hizmetler, yüksek faiz nedeniyle ülkeye akan sıcak paraya paralel biçimde her geçen gün büyüyen miktarlarda ülke pazarına girmeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi; Yerli Mallar Haftası ve tasarruf alışkanlıkları, ancak hafızalarımızda anılar olarak kalmaya mahkûm oldu.

Dışa açık ekonomilerde iç piyasa ve iç talep, ekonominin büyümesi açısından biraz ikinci planda kalır. Ekonomik kalkınma çabaları, ihracata endeksli olarak ele alınır. İhracatın artması ise ülke ekonomisinin katma değer elde ettiği ve bu nedenle büyüdüğü biçiminde yorumlanır. Konuya dikkatli yaklaştığımızda; burada bir yanıltma olduğunu ve özellikle bir sosyal yanılsama yaratmak için iktidar mensuplarının özel gayret gösterdiklerini gözleriz.

Böyle bir yanılsamaya düşmemek için ihracata ithalat ile birlikte bakmamız gerekir. İhracata dayalı büyüme peşinde olan bir ekonominin, kabaca ya ithalatının ihracatı aşmaması ya da örneğin yıllık ihracat artış oranının düzenli ve sürekli olarak ithalatın artış oranından yüksek olması beklenir. Ama çok basit görünen bu kural da yeterli değildir. Ayrıca yurtdışına satılan örneğin 1000 avro maliyetli malın ne kadarının yurt içi kaynaklardan sağlandığı ölçütüne bakılmalıdır. Ülke ekonomisinin gerçek kazancı, ülke içinde eklenen bu değerden oluşmaktadır. Ülke içinde yüksek bir katma değer oranına ulaşılamazsa, geriye sadece rakiplerle yapılacak fiyat rekabeti kalır ki; bugünün dünyasında Türkiye’nin fiyat yarışını kazanma gibi bir şansı yoktur.

Günümüzün bütünleşik dünya ekonomisinde “Yerli malı kullan” biçiminde bir tavsiyede bulunmak mümkün değil. Çünkü tükettiğimiz her mal ve hizmetin oluşumunda belli oranda ithalat yer alıyor. Pazarda yer alan mal ve hizmetler arasında içerdiği ithalat oranı neredeyse yüzde 85-90’a ulaşanlar var. Ama bu noktada hâlâ çağa ve ülkenin şartlarına uygun tavsiyeler üretebiliriz. Örneğin eşdeğer mal ve hizmetler konusunda yerli markaları tercih etmek bunlardan biri olabilir. Bir diğer önerim ise daha fazla yerli katma değer ürün ve hizmetlerin tercih edilmesi yönünde olabilir. Gelişmiş ülkelerdeki tüketiciler, bu gerçeği bizden daha iyi kavramış durumdalar.

Sözün özü: Dünyadaki küreselleşme eğilimi, dünya ekonomilerinin giderek daha fazla bütünleşiyor olmaları veya bunlara benzer diğer nedenler, ulusal ve toplumsal kaynaklarımızın tüketim adına çarçur edilmesini haklı göstermez.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gürcan Banger Arşivi