Fatma Yüzer Deniz
Şiddetin gölgesinde
Hepimiz son günlerde yaşanan kadın cinayetleriyle sarsılıyoruz. Öyle ki yaşananları yazmak, dinlemek, izlemek hiç bu kadar utanç verici olmamıştı. Toplumsal değer yargılarımız ve güven ortamı, tıpkı domino taşlarının üst üste ve hızlıca yıkılması gibi, birer birer başımızın üstüne yıkılıyor. Her hayattan koparılış, her bir hikâye birbiri ardına ve öylesine can yakıcı ki... Sanki her gün başımıza bombalar yağıyor; kafamızı kaldırıp tozdan, dumandan gökyüzünü göremiyoruz. Ne düşüneceğimizi, ne yapacağımızı bilemez olduk. Tek bildiğimiz, tarifsiz bir acı. Her ne kadar üstümüz kalın bir sis tabakasıyla örtülse de, kadınlara karşı yapılan bu yoğun ve haksız şiddetin nedenlerini sorgulamadan ve araştırmadan geçmemiz mümkün görünmüyor.
Tüm bu şiddet sarmalı nerede ve nasıl başlıyor? Vicdana sığmayan bu tablolar nasıl ve neden oluşuyor? Kadınlara karşı bu nefret, bu acımasızlık nereden besleniyor? Tüm bu sorunların birçok psikolojik, sosyolojik ve tarihsel nedeni var elbet; birçok bilimsel araştırmaya konu olabilecek türden. Ama ben yazımda, “Geçmişini bilemeyen geleceğine yön veremez” ilkesiyle tarihsel süreci kısaca anlatmak istiyorum.
Tarihsel süreç içinde kadın ve erkek, en ilkel çağlardan bu yana iş birliği içinde olmuşlardır. Avcı-toplayıcı atalarımız, kadın-erkek demeden birlikte avlanmış, yine birlikte bitki toplamıştır. Evrimsel sürecin bir parçası olarak, riskli koşullarda kadınlar, türün devamı ve çocukların korunması gibi nedenlerle, aşırı kas gücü gerektiren ve hayati riski büyük işlerden uzak tutulmuştur. Ama kadınlar üretmeye, çalışmaya devam etmiş ve çoğu kültürde de kutsal sayılmıştır. Eldeki bulgulara göre de, tarımsal yaşama geçişle birlikte, bizim yaşadığımız coğrafyada da çokça örneği olan Ana Tanrıça Kültü örneğin Kibele gibi uzun bir süre etkisini sürdürmüştür. Öyle ki, yaşadığımız coğrafya bile “Anadolu” ismini kadına verilen bu yüksek değer ve anlayıştan almıştır. Diğer bir durum ise, bilimsel araştırmalar ve Orta Asya Alplerini ziyaret eden gezginlerin kaynaklarına göre, Türk kültüründe kadının öneminin büyük olduğudur. Hükümdar Tomris Hatun ya da İskitlerin bilinen tarihteki ilk savaşçı kadını Alkaya da yine bir Türk’tü. Yani, bilinen tarihte kadın-erkek eşitliğinin ilk olarak Türklerde görüldüğünü söyleyebiliriz.
Diyeceksiniz ki, böyle bir coğrafyada, böyle bir millette kadınlar nasıl olur da fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalır? Kadınların nüfus sayımında bile sayılmadığı Orta Doğu kültürünü, yanlış inançlarımız sayesinde satın alarak bu bölgeye yaydık ve Türk kültürünü dejenere ederek, Türk kadınını Cumhuriyet dönemine kadar toplumsal ve bilimsel hayattan uzak tuttuk. Öyle ki, Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadınlar uzun bir kış uykusundan uyanır gibi yavaş yavaş gerçek yerlerini almaya başlamıştır. Fakat, uzunca bir süre yaşanan bu uykudan uyanamayan sistemde, sadece erkek olmakla övünen bazı erkekler kadını hâlâ bir meta olarak görmekte, malı saymaya devam etmektedir. Maalesef ki, toplumdaki bu uyur uyanıklık hali günümüzde bile kafalarda bulanıklık yaratmaya devam ediyor. O yüzden tek derdimiz, kadınların ne giydikleri, nasıl oturdukları, nereye gittikleri ve ne kadar itaatkâr olduklarıdır. Bireyselleşen ve başkaldıran kadına içten içe gıcık olma, nefret etme, aşağılama ve bunun üst boyutu olan şiddet ve sonuçlarıyla karşı karşıyayız.
Kadına yönelik şiddetin kökeninde, tarih boyunca süregelen erkek egemen sistemin ve yanlış kültürel inançların etkisi büyüktür. Bu şiddet, toplumun zihniyet dönüşümünü engelleyerek, kadını hâlâ bir meta olarak görmeye devam eden bir anlayışın sonucudur. Kadının, anne, kız kardeş gibi etiketlerden ziyade sadece insan olarak algılandığı, bireysel, bütünsel ve fikirsel haklarının tam olarak tanındığı bir algıyı zihinlere ve ruhlara kazınması ,hem fiziksel hem de psikolojik şiddete en önemli çözüm olacaktır.
Büyük usta Neşet Ertaş’ın da dediği gibi” Kadın insandır, erkekler insanoğlu”. Sevgiler…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.