1-Murat TAŞKIN (BİZDEN SÖYLEMESİ)

1-Murat TAŞKIN (BİZDEN SÖYLEMESİ)

Şapka'dan tavşan çıkması beklendi ama...

Eskişehir hükümetin imkânlarından yararlanıyor yararlanmasına.


Fakat…


Sıkıntı galiba Eskişehir’in hükümetten asıl beklentilerinin karşılanıp karşılanmadığında olsa gerek.


Şöyle anlatalım…


Eskişehir’in hükümetten çok değil,  büyük proje olarak sadece 4 tane beklentisi var…


Aslında beklenti sadece 2 projeden ibaret.


Diğer 2’si, hükümet eden partinin durup dururken Eskişehirlilere vaatleriyle ortaya çıkan projeler…


Şimdi Efendim!


Eskişehirlilerin hükümetten beklentisi sadece 2 projeydi.


Biri: Eskişehir’in Demiryolu ile limana bağlanması.


Diğeri ise: Eskişehir’in kent iç trafiğini de rahatlatacak olan alternatif çevre yolu…


İktidar partisinin Eskişehir aktörleri de 2 büyük proje vadinde bulunarak Eskişehirlilerin proje beklentisini 4’e yükseltti.


Hatırlarsanız iktidarın aktörlerince Eskişehirlilere  vaat edilen 2 projeden birincisi: Kırka yakınlarına kurulacak olan Süper Kent…


İkincisi ise: Eskişehir’e kurulacak olan 3 ncü üniversiteydi.…


Yıllardır Eskişehirlilerin istediği yukarıda dile getirdiğimiz bu 2 beklentisi iktidar partisi tarafından karşılanmadı.


Ne Demiryolu ile liman bağlantısı gerçekleşti, ne de alternatif çevre yolu…


AK Partililerin “yapacağız edeceğiz” dediği 2 projeden de, ne Süper Kent hayata geçirildi ne de yeni bir üniversite kurulabildi. Yapılan sadece mevcut Anadolu üniversitesi’nin bölünmesi ile yeni bir üniversite hayata geçirmek oldu.


Kısacası söylemek istediğimiz şu:


Eskişehir iktidar nimetlerinden elbette yararlandı…


Fakat asıl beklentisi olan ne 2 talebi, ne de iktidar aktörlerinin “yapacağız” dediği diğer 2 projesi bu nimetlerin arasında yer almadı…


Eskişehirliler her defasında “İktidar ve hükümet Eskişehir için şapkadan tavşan çıkartsın” diye bekleyip durdu ama o şapkadan her defasında ya başka şeyler çıktı, bazen de hiçbir şey çıkmadı…


,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,


Ah üniversite ah!


 


Köşemizi takip edenler bilir zira birkaç kez yazmışlığımız var.


Genç bir muhabirken Anadolu üniversitesi’ne abartısız haftanın en az 4 günü gittiğimizi biliriz.


Ya Tiyatro, film gösterimi ve serfi gibi bir etkinlik, ya ünlü bir ismin kampus ziyareti, ya da üniversite Rektör ve yöneticilerinin düzenlemiş olduğu toplantıları izleme adına haftanın en az 4 günü Yunus Emre Kampusunun o yokuşundan yürüyerek çıkıp inmişliğimiz olmuştur.


Hatırlıyoruz da, buna rağmen o yıllarda sık sık üniversite ile Şehir arasında büyük bir uçurum olduğundan yakınılırdı.
Hâlbuki…


Sözünü ettiğimiz o yıllar: Eskişehirlilerin en çok kampus içinde olduğu, etkinliklere katılıp, kültürel ve sanatsal etkinlikleri yakından takip ettiği, hatta şehirde görüşemeyen Eskişehirlilerin, kampus içindeki etkinliklerde görüşüp konuşma imkanı bulduğu yıllardı.


Bunun değerini sonradan, yani üniversite ile şehrin birbirinden tamamen koptuğu yılların başlamasıyla daha iyi anladık…


Zira…


Sonrasında ara öylesine açıldı ki üniversite ile Eskişehir’in arası, kampusun kapıları Eskişehirlilere tam anlamıyla kapanıverdi.


Her neyse…


Uzunca bir aradan sonra dün üniversite yeni Rektörü’nün basın toplantısına katılmak için gittik Anadolu üniversitesi Yunus Emre Kampusüne…


Doğrusunu söylemek gerekirse, o yıllar önce haftanın en az 4 günü inip çıktığımız yokuşu bile yabancı geldi bize…


Rektörlük katının girişinden tutun da koridorlarına ve salonlarına kadar gördüklerimiz, bir anda büyük bir holdingin genel merkezindeymişiz hissine kapılmamıza neden oldu.


Mekânlar aşağı yukarı aynı olsa da ne o mekânların sıcaklıklarını, ne o öğrencilerin yüzlerindeki mutlu ifadeleri ne de çalışanların eskiden yaymış olduğu babacan enerjiyi bulamadık.


Her şey değiştiği gibi, üniversite de değişmiş geldi bize anlayacağınız…


O eski sıcaklığın yerini soğukluğa bıraktığını…


Samimiyetin anlamsız bir ciddiyete dönüştüğünü…


Gülen yüzlerin adeta robotlaşıp, donuklaştığını hissettik…


Kendi kendimize üzüldük hem hüzünlendik…


Kim bilir? Belki de bize tuhaf geldi bu durum…


Belki her şey normaldi de biz anlamsız bir duygu içine düştük.


Not- Yazıyı okuduktan sonra “İyi güzel de sadede gel.  Yeni Rektör nasıl? Neler söyledi. Biraz da onları anlat” diye soruyorsanız, işte bunu anlatamayacağız. Nedenine gelince: Efendim üniversite’den “Saat 13.00 de yemek, 14.00’de toplantı var” diye bir davet geldi. Saat 13.00’de meslektaşımız Vedat Alp’in annesinin cenaze törenine katılmamız gerekiyordu. “Yemeğe katılmasak da olur. Bizim için önemli olan ve haber taşıyan nasıl olsa saat 14.00’deki toplantı” diye düşündük. Cenazenin ardından da Saat 13.00’de üniversiteye gittik. Birkaç meslektaşımızla birlikte yarım saate yakın toplantı salonunda bekledik ama gelen giden yok. Neden sonra toplantının bu bölümünün iptal edildiğini, toplantıya yemeğin yenildiği salonda devam edileceği bildirildi. Yemek salonuna gittiğimizde ise toplantının zaten sonuna gelinmişti ve o toplantıda bulunmamızın da bir anlamı kalmamıştı. O yüzden yeni Rektörün nasıl biri olduğunu ve neler söylediğini sizlere aktaramıyoruz. Umarım bir dahaki sefere!


,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,


Yaşanmış Kavun hikayeleri…


 


Geçtiğimiz günlerde bu köşede partilerin aday belirleme yöntemi olarak “ön seçim” yerine “Merkez yoklaması” yöntemini tercih etmesini eleştiren bir yazı kaleme almıştık…


Yoklama ve koklamayla ancak kavun seçilebileceğini, aynı yöntemle seçilecek adayların sonuçta tıpkı kavunda olduğu gibi kelek çıkma ihtimali olduğunu dile getirmiştik…


örnek olarak kavun’u vermemiz, kavunla ilgili geçmişte yaşanmış 2 ayrı hikâyeyi getirdi aklımıza…


Hikayelerden biri, ulu önder, dahi insan Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili ve Türkiye’de geçiyor…


Diğeri ise…


Komünist Rusya’nın devlet başkanlarından Brejnev ve olayın geçtiği yer ise  Moskova’nın ücra bir köşesi…


Bu anlatacağımız iki olay, hem iki liderin arasındaki derin uçurumu, hem de iki devlet yönetimi arasındaki anlayış farkını ortaya koyacak kadar ilginç olsa gerek…


 


xxx


 


1931 yılının Temmuz ayında İstanbul’a gelen Atatürk sabah erken saatte geziye çıkar.


Topkapı’dan sahile doğru inerken kavun yüklü iki at arabasını görür.


Şoförüne “Kavun arabalarının önünde dur” der.


Giden arabaların yanına…


Kavunlara şöyle bir göz attıktan sonra arabanın önünde duran delikanlıya “Bir araba kavunu kaça verirsin?” diye sorar.


Delikanlı arabadaki kavunlarına şöyle bir baktıktan sonra “on beş liraya veririm”


Atatürk pazarlık yapmak ister gibi “Daha aşağıya olmaz mı?”


“olmaz” der delikanlı. “on beşten aşağı olmaz”


Arkadaki arabanın başındaki adam bir araba kavunu tek başına alamayacağına inanmış olmalı ki delikanlıya kızar:


“Haydi be trava…Sabahleyin maytaba çıkmış bunlar!”


Ttatürk “Trava” sözünü duyunca irkilir, gülümser, sonra da kavuncuların Rumeli göçmeni olduklarını anlar. Yaşlı adama dönüp:


“Canım be birader, ne sinirleniyorsun? Uyuşursak iki arabadaki kavunları da alırız”


Anlaşınca Atatürk yaşlı adama dönüp;


“Bunları bizim eve bırakacaksın” der.


Adam:


“Sizin ev nerededir ne bilelim biz?”


Atatürk’ün başyaveri adresi yazar kâğıda:


“Topkapı’dan içeriye girince kime gösterseniz sizi getirir!


Denileni yapar kavuncular…


Arabalarıyla Dolmabahçe sarayına girer girmez nereye geldiklerinin ve kiminle pazarlık ettiklerinin farkına varırlar.


İkisini de alır bir korku…


Nasıl af dileyeceklerini düşünürlerken Atatürk çağırtır ikisini de…


önce bir yemek yedirir karınları doyuncaya kadar, sonra uzun uzadıya sohbet eder kavuncularla…


Uğurlarken de cepkenlerine zarf içinde fazlaca para koydurur.


 


xxx


 


Gelin görün ki komünist Rusya’nın devlet başkanlarından Brejnev, başkanlık görevi bittikten sonra kendisine tahsis edilen makam aracıyla giderken, kucağında büyükçe kavun taşıyan bir köylüyü görür.


Şoförüne durmasını söyler.


Şoför durur, Brejnev araçtan inip köylünün yanına gider.


Köylü tanımıştır kendisini…


Brejnev: “Bu kavunu bana satar mısın?”


Köylü: “Tabii satarım. Hangisini beğeniyorsan onu seçip al”


Brejnev: “Nasıl seçeyim? Kucağında zaten bir tane kavun var”


Köylü: “Biz seni nasıl seçtiysek sen de kavunu öyle seç istedim”


,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,


Yılmaz Karaca ve Vedat Celal Alp.


Her ikisi de Eskişehir’in en önemli en tanınmış gazetecileri…


Dün belki de yaşamlarının an üzücü gününü yaşadılar.
Her ikisi de aynı gün annelerini, kendilerine can veren canlarını kaybettiler.


Her iki meslektaşım ve ağabeyime de başsağlığı diliyorum…




 


 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1-Murat TAŞKIN (BİZDEN SÖYLEMESİ) Arşivi