Fatma Yüzer Deniz
Figüran
En sessiz kayboluş, insanın kendi hayatında figüran hâline gelmesidir.
Bazı acılar vardır; bağırmaz, çağırmaz, sahne istemez.
Ne bir kopuşla gelir ne de büyük bir çöküşle.
Sessizce yerleşir.
Çünkü insanın kendini unutması, en gürültüsüz kayboluştur.
Hayat bir anda değişmez.
İnsan kendini bir günde kaybetmez.
İş yaşamı, bitmeyen rutinler, sonu gelmez koşturmacalar derken;
varoluştaki o “kendilik” hâli fark edilmeden silinir.
Nasıl olduğunu anlamadan…
Bir bakmışsınız, hayat artık sizinle ilgili olmaktan çıkmış;
yapılması gereken işlere, yerine getirilmesi beklenen rollere,
duruma göre takılan maskelere dönüşmüştür.
Toplum, uyumlu olanı sever.
Zamanında yetişeni, sorun çıkarmayanı, aksatmayanı ödüllendirir.
İyi bir eş, sorumluluk sahibi bir ebeveyn,
işini aksatmayan bir çalışan, “idare eden” bir insan…
Mutluluk sanki tek bir kalıptan üretilmiş gibidir.
O kalıba sığan alkışlanır; taşan rahatsızlık verir.
Yıllar içinde öğrenilir:
Sesini kısmak olgunluk,
beklemek sabır,
vazgeçmek ise erdem sayılır.
İnsan, hissettiğini değil yapılması gerekeni merkeze almayı öğrenir.
Ve uyum sağladığını sanırken,
kendisinden azar azar vazgeçer.
Kimse “kendini ne zaman unuttun?” diye sormaz.
Oysa bazı insanlar, en kalabalık sofralarda bile kendilerine yabancıdır.
Gülümsemeler yerindedir, sorumluluklar eksiksizdir;
ama içeride bir yer çoktan kapanmıştır.
Bu hâlin bir adı yoktur.
Ne krizdir ne de bir arıza.
Sadece derin bir unutuştur.
Bu unutuş herkesin hayatına farklı biçimlerde sızar.
Ancak toplumsal roller ve beklentiler nedeniyle,
özellikle kadınlarda daha görünür hâle gelir.
Bakım veren, dengeyi kuran, idare eden tarafta olanlar;
başkalarının ihtiyaçlarını hatırlamakta ustalaşırken,
kendi isteklerini, hayallerini ve sınırlarını
sessizce arka plana iter.
Ama bu yalnızca kadınlara özgü değildir;
uyumun zorunlu olduğu her yerde
insan kendinden eksilir.
Toplumsal düzen her zaman bağırmaz.
Bazen fısıldar.
“Yeter ki sorun çıkmasın” cümlesi,
işte, evde, hayatta
birçok insanın sessiz yasası hâline gelir.
Dışarıdan huzur gibi görünen şey,
içeride özgürlüğün üzerini örter.
Ve bir gün…
İnsan başkalarına değil,
kendi potansiyelini unuttuğunu fark eder.
Ertelenmiş hayaller, küçültülmüş duygular,
“sonra”ya bırakılmış bir hayat
birikir, ağırlaşır.
Ama unutuş son değildir.
Ruh bazen, tam da en sessiz yerden ayağa kalkar.
Yorgundur ama nettir artık.
Sadece uyum sağlamak değil,
kendi sesini de duymak ister.
Kimseyi kırmadan,
ama kendini de silmeden…
Belki de en büyük dönüşüm,
dünyaya karşı kazanılan bir zaferle değil;
kendimizi geri çağırmakla başlar.
Ve bazen hayat,
ilk kez o zaman
yeniden bize ait olur.